Akşam üzeri... Güneş batımına karşı bir kafenin kocaman bir ekranı andıran camekanının önündeki bir masaya iliştim.
Camın aşağısında hayat bir devinim akıp gidiyor. Bense düşüncelerimi yakalamaya çalışıyorum yine.
Hiç o huzur denen şeyi hissetmedim, diyorum. Acaba eksik bir hormon mu sebep... Çok mu huysuzum ya da. Memnuniyet denen şeyden bihaber miyim. Azla mı yetinemiyorum. Olmayacağı çok belli şeyleri oldurmaya çalışırken mi harcadım kalan tüm enerjimi. Gençliğimden geri kalanı da böyle mi harcayacağım.
Hayatın bana verdiği kötü seçenekleri, hiç seçim hakkımın olmamasıyla kıyaslıyorum. Yakınımda insanlar uzakken, ben de bunu bir nevi bir kendini beğenmişlik gibi değerlendirmişken; kendim de oturduğum kafelerde, ofiste, dolaştığım yerlerde kişisel fiziksel alanıma fazla sokulan insanlara karşı benzer bir kendini beğenmişlikle; kelimelerimden, gözlerimden keskin buz parçaları mı fırlatıyorum. Tam da böyle miyim. Bir an için... Onun gibi miyim. Onlar gibi mi..?
Toplu bir kadın az önce kaybolduğu duvar dibinden ellerinde market poşetleriyle tekrar beliriyor. Üstü açık havalı arabasına biniyor. Onun döndüğü köşeden, tek omzuna bez kılıfına iliştirdiği gitarını atmış bir genç hızlı adımlarla kaldırımı geçiyor. Kağıt toplayan siyah yüzlü çocuk, el arabasının neredeyse kendi boyundaki tutamaçlarını koltuklarının altına sıkıştırmış, az yokuşlu asfaltta kızak kaydırır gibi eğleniyor. Ardından yemenili bir kız terlikleri içinde koştururken düşünüyorum; bunlar hep mi kara, yoksa kirden mi.
Sonra neden yine bir akşam üzeri Kavaklıdere'nin dapdar ve kavisli sokaklarında arabamla ilerlediğim gün geliyor aklıma. Bir dönemeçte yine bu çöp toplama arabalarından birini iten genç bir adam önüme düşmüştü. Üniversite mezunu olduğunu tahmin ettiğim delikanlı yolu kapatacak şekilde tam ortadan hiç temposunu bozmadan ilerlemeye devam ediyordu.
Bu soğukta hiç acelesi yokmuşçasına, hayatın ona ne verdiğine aldırmadan yol alıyormuş gibiydi. Öykünmüştüm biraz da... Bu öykünmeme öykünüp tatsızlığımdan sıyrılabildiğim bir tek an bu olacaksa, 'bunun tadını çıkarayım bari'ye benzeyen bir hisle ben de ses etmeden boş vitese alıp minik minik peşine takılmış varsaydım kendimi.
Gülümsüyordum kendi kendime, belki bir iki kelime bile fısıldıyordum kulağıma; hayata, soğuk akşamlara ve yakışıklı uzun boylu genç delikanlılara dair. Hep denk gelmiyorsun ha böyle güzel adamlara. Hayatta hep bir şeylere doğru aceleyle koştururken hep boş boşuna heveslenmiyor muyuz zaten. Şimdi biraz durmak ve düşünmek hatırlatıldı bak diyordum kendime.
Camımın hemen önündeki delikanlı bu kozmik fısıltıları duymuştu belli ki; sağlı sollu park etmiş arabaların arasında kendine belki bir kovuk buldu da kağıt arabasını zarafetle o kuytuya çekti. Sade ama yine de bana bir şekilde havalı görünen hareketini tamamlarken kendi etrafında dönmüş ve yüzünü bana çevirmişti. Benim deminden beri gülümsediğimi biliyordu ve onun da yüzüne durumsal komedimize atfen kocaman bir gülümseme yerleşmişti. Delikanlı sanmış olduğumdan daha gösterişli ve yakışıklıydı. Nasıl ya!! diye nida etmiş olmalı içim, delikanlının gülümsemesi genişledi. Gözlerine astım bir süre daha bakışlarımı; 'Peki madem rast gelsin o zaman, bu kadar niyetlenmişsin.' demişim gibi. Sonra sanki o da eyvallah der gibi oynattı gözlerini. Sonra yanından geçişimi izledi. Ya da birbirimizi izledik belki biraz.
Kafe, iç mekan, ambianstaki hafif müzik beni bulunduğum mekandaki varlığıma geri döndürüyor. Düşüncelerimden sıyrılıyorum, yerimde sırtımı doğrultup hülyalı yavaşlamış parmaklarıma hareket gelsin diye kahve bardağını kavrıyorum. Ortalıkta konuşma yaşı gelmemiş bir çocuk anlamsız bir kelimeyi ağzında evirip çevirerek koşuşturuyor. Annesinden bulamadığı alakayı, bu ilgisizliği aynalamak istercesine paytakça seğirtirken öksürerek yanımdan geçiyor. Bak boğazım çıkacak az sonra öksürmesi. Bir adam laptop'ta ne yazdığıma bakmak için kulağına iliştirdiği cep telefonuna bir şeyler gevelerken arkamda, sandalyemin tepesinde gereğinden fazla dikilmiş.
Artık dışarıda tüm ışıklarını yakmış şehre bakıyorum. Yazın sonunu haber eden dışarıdaki rüzgarlı soğuğa. Ve ben yoga kampı dışında Ankara'dan kaçamadım bile diyorum. Tatilsiz bir yaz daha yani, yılın 10 ayı bekleyip durduğumuz, ama plan yapamadığımızdan ya da plana uyacak kimse bulunmadığından kaçan o üşünemeyebilinen(!) nadir iki ay.
Yazın bitmesi ne fena diyorum. Sanki hayatım da bitiyor...
Bu gün, yıllık iznimin sondan bir önceki günü.
ZEYNEP KAPLAN
Kaleme Aldığım : 2 Ekim 2021
First Published on 3/30/22 8:28 PM
Hiç o huzur denen şeyi hissetmedim, diyorum. Acaba eksik bir hormon mu sebep... Çok mu huysuzum ya da. Memnuniyet denen şeyden bihaber miyim. Azla mı yetinemiyorum. Olmayacağı çok belli şeyleri oldurmaya çalışırken mi harcadım kalan tüm enerjimi. Gençliğimden geri kalanı da böyle mi harcayacağım.
Hayatın bana verdiği kötü seçenekleri, hiç seçim hakkımın olmamasıyla kıyaslıyorum. Yakınımda insanlar uzakken, ben de bunu bir nevi bir kendini beğenmişlik gibi değerlendirmişken; kendim de oturduğum kafelerde, ofiste, dolaştığım yerlerde kişisel fiziksel alanıma fazla sokulan insanlara karşı benzer bir kendini beğenmişlikle; kelimelerimden, gözlerimden keskin buz parçaları mı fırlatıyorum. Tam da böyle miyim. Bir an için... Onun gibi miyim. Onlar gibi mi..?
Toplu bir kadın az önce kaybolduğu duvar dibinden ellerinde market poşetleriyle tekrar beliriyor. Üstü açık havalı arabasına biniyor. Onun döndüğü köşeden, tek omzuna bez kılıfına iliştirdiği gitarını atmış bir genç hızlı adımlarla kaldırımı geçiyor. Kağıt toplayan siyah yüzlü çocuk, el arabasının neredeyse kendi boyundaki tutamaçlarını koltuklarının altına sıkıştırmış, az yokuşlu asfaltta kızak kaydırır gibi eğleniyor. Ardından yemenili bir kız terlikleri içinde koştururken düşünüyorum; bunlar hep mi kara, yoksa kirden mi.
Sonra neden yine bir akşam üzeri Kavaklıdere'nin dapdar ve kavisli sokaklarında arabamla ilerlediğim gün geliyor aklıma. Bir dönemeçte yine bu çöp toplama arabalarından birini iten genç bir adam önüme düşmüştü. Üniversite mezunu olduğunu tahmin ettiğim delikanlı yolu kapatacak şekilde tam ortadan hiç temposunu bozmadan ilerlemeye devam ediyordu.
Bu soğukta hiç acelesi yokmuşçasına, hayatın ona ne verdiğine aldırmadan yol alıyormuş gibiydi. Öykünmüştüm biraz da... Bu öykünmeme öykünüp tatsızlığımdan sıyrılabildiğim bir tek an bu olacaksa, 'bunun tadını çıkarayım bari'ye benzeyen bir hisle ben de ses etmeden boş vitese alıp minik minik peşine takılmış varsaydım kendimi.
Gülümsüyordum kendi kendime, belki bir iki kelime bile fısıldıyordum kulağıma; hayata, soğuk akşamlara ve yakışıklı uzun boylu genç delikanlılara dair. Hep denk gelmiyorsun ha böyle güzel adamlara. Hayatta hep bir şeylere doğru aceleyle koştururken hep boş boşuna heveslenmiyor muyuz zaten. Şimdi biraz durmak ve düşünmek hatırlatıldı bak diyordum kendime.
Camımın hemen önündeki delikanlı bu kozmik fısıltıları duymuştu belli ki; sağlı sollu park etmiş arabaların arasında kendine belki bir kovuk buldu da kağıt arabasını zarafetle o kuytuya çekti. Sade ama yine de bana bir şekilde havalı görünen hareketini tamamlarken kendi etrafında dönmüş ve yüzünü bana çevirmişti. Benim deminden beri gülümsediğimi biliyordu ve onun da yüzüne durumsal komedimize atfen kocaman bir gülümseme yerleşmişti. Delikanlı sanmış olduğumdan daha gösterişli ve yakışıklıydı. Nasıl ya!! diye nida etmiş olmalı içim, delikanlının gülümsemesi genişledi. Gözlerine astım bir süre daha bakışlarımı; 'Peki madem rast gelsin o zaman, bu kadar niyetlenmişsin.' demişim gibi. Sonra sanki o da eyvallah der gibi oynattı gözlerini. Sonra yanından geçişimi izledi. Ya da birbirimizi izledik belki biraz.
Kafe, iç mekan, ambianstaki hafif müzik beni bulunduğum mekandaki varlığıma geri döndürüyor. Düşüncelerimden sıyrılıyorum, yerimde sırtımı doğrultup hülyalı yavaşlamış parmaklarıma hareket gelsin diye kahve bardağını kavrıyorum. Ortalıkta konuşma yaşı gelmemiş bir çocuk anlamsız bir kelimeyi ağzında evirip çevirerek koşuşturuyor. Annesinden bulamadığı alakayı, bu ilgisizliği aynalamak istercesine paytakça seğirtirken öksürerek yanımdan geçiyor. Bak boğazım çıkacak az sonra öksürmesi. Bir adam laptop'ta ne yazdığıma bakmak için kulağına iliştirdiği cep telefonuna bir şeyler gevelerken arkamda, sandalyemin tepesinde gereğinden fazla dikilmiş.
Artık dışarıda tüm ışıklarını yakmış şehre bakıyorum. Yazın sonunu haber eden dışarıdaki rüzgarlı soğuğa. Ve ben yoga kampı dışında Ankara'dan kaçamadım bile diyorum. Tatilsiz bir yaz daha yani, yılın 10 ayı bekleyip durduğumuz, ama plan yapamadığımızdan ya da plana uyacak kimse bulunmadığından kaçan o üşünemeyebilinen(!) nadir iki ay.
Yazın bitmesi ne fena diyorum. Sanki hayatım da bitiyor...
Bu gün, yıllık iznimin sondan bir önceki günü.
ZEYNEP KAPLAN
Kaleme Aldığım : 2 Ekim 2021
First Published on 3/30/22 8:28 PM
Comments
Post a Comment