Bölüm I
Tuvaller atölyedeki bütün boş yerleri cömertçe kaplamıştı. Koltukları işgal ediyor, duvarlarda geziniyor, yerlerde sırtüstü uzanıyorlardı. Bazıları rahatsız edici desenlerde boyanmıştı. Şu kapının girişindeki arsız sarı cariye mesela. İçine hapsettiği çıplak kadın bedeni, kızın yersiz bulduğu bir rahatlıkla kendini sergiliyordu. Göğüsleri yattığı yerden şehvetle yanlara doğru gerilmiş; yüzünde haz mı var acı mı anlaşılmıyordu. Ne zavallı kendinden geçişlerin peşinden koşuyordu çizeri! Hem sanki Havva teni sarı olabilirdi! Oldukça hastalıklı bir zihni olmalıydı adamın.
“Biraz dinlenip rahatla. Hazır olunca üstünü çıkarıp ‘bordo’ya yerleşebilirsin.” dedi adam ortadaki sandalyeyi işaret ederek.
Etrafta resimden başka çok az eşya vardı. Her biri odaya rasgele yayılmış gibiydi. Adam köşedeki Kaliforniya tipi ufak büfeye doğru sakince ilerlerken adımları ses etmiyordu. Büfenin eskitilmiş kestane ağacı kapağının aralığından şarabı çıkardı. Yarılanmış şişenin mantarını çıkarıp bardağa döktü. Bordonun yanına, yere iliştirdi.
Önce neden, pencereye gidip baharın son demlerinin tadını çıkaran güne daldı. Sayıklamayı andıran sesi uzaktı: “Temel kaslarını serbest bırakmaya çalış. Uzun bir süre öyle hareketsiz kalacaksın. Hem yüzündeki eşsiz ifadenin rahatlığını kaybetmeyi istemiyorum.”
Kız, adamdan hoşlanmamıştı. “Yetersizliğini buyurgan tümcelerin boşluklarına yediriyor kendince”, dedi, asaplara zarar şekilsiz gölge berisine yerleşirken.
Adam, çelimsiz bacaklarının üzerinde gövdesi hafifçe yana eğilmiş; sanki destek almak için bir duvara doğru yaslanmaya çalışır gibi duruyordu. Fırçasıyla ölçü alırken cılız bedenini iyice geriye atmıştı. Gözlerini kısmış, fırçayı tuttuğu başparmağını, kılların bitiminden aşağı doğru topaklanmış yarı kuru boya parçalarına batırmıştı. Özenli görüntüsünü boşa çıkarıyordu bu pasaklı haliyle.
Adam düşündü… “Gözlerindeki hüzün öyle tatlı, öyle eşsiz ki! Meydan okumaya yeltenen saflığını ölümsüz kılacak birkaç saat boyunca onları izleme tutkumdan kendimi alıkoyamıyorum.”
Kız düşündü… “Sarı da değil ki yüzüm!” Ancak sonbaharda tutunduğu dalı terk etmeye yüz tutmuş yapraklar sarı olabilirdi. Buraya gelirken yamacından geçtiği parkın özensiz bankları ya da... Yapraklar… Doymak bilmeyen çekişmelerle başlayıp; ne de olsa nefretle biten büyük aşkların çilekeş maşukları gibi; kah uzayıp kah kısalan mesafelerde birbiri etrafında titreyip dans eden yaşlı buruşuk yüzlerini birbirine sürten sarı hüzün parçacıkları.
Zeynep Kaplan
Kaleme Aldığım: 1 Haziran 2010
Düzenleme: 30 Haziran 2014, 28 Ekim 2014, 1 Nisan 2016
Tuvaller atölyedeki bütün boş yerleri cömertçe kaplamıştı. Koltukları işgal ediyor, duvarlarda geziniyor, yerlerde sırtüstü uzanıyorlardı. Bazıları rahatsız edici desenlerde boyanmıştı. Şu kapının girişindeki arsız sarı cariye mesela. İçine hapsettiği çıplak kadın bedeni, kızın yersiz bulduğu bir rahatlıkla kendini sergiliyordu. Göğüsleri yattığı yerden şehvetle yanlara doğru gerilmiş; yüzünde haz mı var acı mı anlaşılmıyordu. Ne zavallı kendinden geçişlerin peşinden koşuyordu çizeri! Hem sanki Havva teni sarı olabilirdi! Oldukça hastalıklı bir zihni olmalıydı adamın.
“Biraz dinlenip rahatla. Hazır olunca üstünü çıkarıp ‘bordo’ya yerleşebilirsin.” dedi adam ortadaki sandalyeyi işaret ederek.
Etrafta resimden başka çok az eşya vardı. Her biri odaya rasgele yayılmış gibiydi. Adam köşedeki Kaliforniya tipi ufak büfeye doğru sakince ilerlerken adımları ses etmiyordu. Büfenin eskitilmiş kestane ağacı kapağının aralığından şarabı çıkardı. Yarılanmış şişenin mantarını çıkarıp bardağa döktü. Bordonun yanına, yere iliştirdi.
Önce neden, pencereye gidip baharın son demlerinin tadını çıkaran güne daldı. Sayıklamayı andıran sesi uzaktı: “Temel kaslarını serbest bırakmaya çalış. Uzun bir süre öyle hareketsiz kalacaksın. Hem yüzündeki eşsiz ifadenin rahatlığını kaybetmeyi istemiyorum.”
Kız, adamdan hoşlanmamıştı. “Yetersizliğini buyurgan tümcelerin boşluklarına yediriyor kendince”, dedi, asaplara zarar şekilsiz gölge berisine yerleşirken.
Adam, çelimsiz bacaklarının üzerinde gövdesi hafifçe yana eğilmiş; sanki destek almak için bir duvara doğru yaslanmaya çalışır gibi duruyordu. Fırçasıyla ölçü alırken cılız bedenini iyice geriye atmıştı. Gözlerini kısmış, fırçayı tuttuğu başparmağını, kılların bitiminden aşağı doğru topaklanmış yarı kuru boya parçalarına batırmıştı. Özenli görüntüsünü boşa çıkarıyordu bu pasaklı haliyle.
Adam düşündü… “Gözlerindeki hüzün öyle tatlı, öyle eşsiz ki! Meydan okumaya yeltenen saflığını ölümsüz kılacak birkaç saat boyunca onları izleme tutkumdan kendimi alıkoyamıyorum.”
Kız düşündü… “Sarı da değil ki yüzüm!” Ancak sonbaharda tutunduğu dalı terk etmeye yüz tutmuş yapraklar sarı olabilirdi. Buraya gelirken yamacından geçtiği parkın özensiz bankları ya da... Yapraklar… Doymak bilmeyen çekişmelerle başlayıp; ne de olsa nefretle biten büyük aşkların çilekeş maşukları gibi; kah uzayıp kah kısalan mesafelerde birbiri etrafında titreyip dans eden yaşlı buruşuk yüzlerini birbirine sürten sarı hüzün parçacıkları.
Zeynep Kaplan
Kaleme Aldığım: 1 Haziran 2010
Düzenleme: 30 Haziran 2014, 28 Ekim 2014, 1 Nisan 2016
Comments
Post a Comment